24 Aralık 2012 Pazartesi

NEREDE KALMIŞTIK???

Tam 1 sene sonra yazma isteği duymak güzel tesadüflere bir örnek olsa gerek... Yine bir yılbaşı temasıyla başlıyor olacağım yazmaya. Bu sefer farklı bi taraf olacak. İtalya'dan bildiriyorum. Geçen yılbaşında istediğim her şeyin hemen hemen gerçek olmasıyla başlayacağım. Hani şu bahsettiğim sıcak çikolata kokan sokaklar, yeşil-kırmızı ve beyaz harmanlamasıyla ışıl ışıl olan sokaklar, hani kar tanelerinin yeni yılda düşebildiği sokaklar.. Son 3 aydır burada yaşıyorum, bunun yanında burada yaşamaya devam edeceğim son 1.5 ay :)) Benim için en güzel tarafı tartışmasız 1 ay öncesinden başlayan Christmas atmosferiydi. Bu atmosferin hakkını İtalya'dan çok daha fazla veren Fransa'nın güzel Paris'inde olabilmek de harikaydı. Her ne kadar Paris yolculuğunun sonunda Roma'ya 0,30 cent ile uçağın en fakir insanı olarak dönüş yapmış olsam da- harikaydı. Benden ufak Paris'te yılbaşı tavisyeleri almak isterseniz hemen sizi Champs Elysee sonundaki Christmas kermesinin uzun soluklu yolculuğna sevk ederim. Orada önce Churros isimli harika tatlıdan yersiniz. ( Tabii ki EXTRA nutella eşliğinde!!) Sonra iki dükkan ileride tarçınlı sıcak şarabınızı alırsınız, biraz Paris soğuğundan uzaklaşıp içinize sıcak ve alkol feri işlenir. Bana kalırsa yine iki dükkan sonra whiskey'li çikolatalardan deneyin. Normalde whiskey sevmediğim tek içki iken bu çikolataya kafamı daldırıp nefessiz kalabileceğimi düşündüm. Öyle güzeldi! İki dükkan sonra ben yine Churros almak istediysem de kızlar bana izin vermediler. Sonraları onlara teşekkür kısmını yerine getireceğim. Hala zayıfken insan biraz nankör olabiliyor :)) Kermes boyunca açılan harika standları gezmek gerek- teker teker!! Domuz etine olan inanılmaz tiksintim yüzünden hiçbir et,hamburger standında duraklamadım bile. Yani dana eti bile olsa ''yok bu domuz'' diye iddaalaşacak kadar gözlerimi kör etti o pis koku. Sevenlerden özür diliyorum ama gerçekten kokuyor!! kötü kokuyor!! iğrenç kokuyor!! Paris'in Christmas'ı her sokağında başka bir atmosferle yaşadığını söyleyebilirim kısacası. Çok fazla paylaşıldığında gidince görülecek bir şey kalmıyor. Ben gitmeden önce bir kaç şey okuyayım dediğim anlarda, blog'larında her şeyi paylaşan insanların yazılarından mümkün mertebe uzak durmaya çalıştım. Bu Christmas döneminde İtalya'nın sanat kokan şehri Floransa'yı da görebildim. Şimdi bana küçümseyici bir gülüş atabilirsiniz ama sanırım Floransa'yı Paris'ten daha bi sevdim. Roma'dan diyebilir miyim, onu biraz daha düşünmem gerekiyor :) Ama Floransa bi başkaydı. Tabii ki şehrin ucuz ve güzel olması, bir kızın akıllı ve güzel olması kadar nadir görülen bir şey olduğundan artı puanları ekledi hanesine. Oradaysa sokak sokak dolaşın diyorum. 2 gün, o sokaktan bu sokağa girip çıkın ve Floransa sizin olsun. Asla da carpaccio yemeden dönmeyin. Diğer yerler değil, olamaz.Christmas havasını benim kadar delice seviyorsanız bu iki şehre gidin. Kulağınızda da benim gibi şu şarkı çalıyor olabilir.. http://www.youtube.com/watch?v=Hj0u2xkV8J0 Ne kadar son 3 aydır burada olsam da, burada olmak bambaşka hissettirse de, İtalyanların o sıcakkanlı yapıları ve Türk insanlarına çok benzettiğim boşvermişlikleri insanı sarıp sarmalayıp kendi evinde hissettirse de, ben İstanbul'umu İzmir'imi çok özledim. İnsanoğlu böyle diyeceksiniz, evet aynen böyle. Yeni yıl beklentilerimi ve bu yıl kritiklerimi 31 Aralık gününe saklıyorum. Bu sefer siz değil, ben HOŞGELDİM :)..

12 Aralık 2011 Pazartesi

Bir pazartesi sendromu ki sormayııın

Eveeeet ne yazacağımı bilmeden yine dadandım klavyeye. İnsancıklar, siz neler yapıyorsunuz acaba? Bayaa o gün için konu ayırıp sapmadan o yolda dümdüz gidenler var şimdi. yok değil. Ben o niyetle otursam bile mutlaka konudan sapıyor, aklıma esen her şeyi bir güzel ekliyorum. Öncelikli konumuz yılbaşı olsun mu? Hadi olsun yaa. Öncelikle taaaaa geçen yılbaşından kalma ağacımız, evimizin ücra köşesinde tüm anlamını yitirip gitti zannediyorduk kiiiii, Bal ona farklı anlamlar yükledi. Neredeyse her dalı ayrı süslerle bezenmiş o nadide ağacımız falan diye bokunu çıkarmadan devam edeyim; yılbaşı ağacımız küçük kedime bir oyuncak mağaza oldu çıktı. Muhtemelen bir zamanlar ağacın üzerinde parıldayan o küçük süsler 10 dakika yerde sürüklendikten ve küçük kedi dişleri arasında taşındıktan sonra, kanepe altlarında bir yerlerde toz denilen şeye bürünmüş vaziyetteler. Cimrilik yapıp hepsini silip tekrar asma niyetinde değilim. Bu arada havalar son zamanlarda bu denli güzelken, nasıl yılbaşı moduna gireceğiz anlamış değilim. Bir soğuk hava dalgası hatta mümkünse en lapasından kar yağsın çook güzel olmaz mı yaa. Geçen gün ablama kedimin bu ağaçla olan münakaşasını anlatırken ilginç bir yaklaşım getirdi olaya. Biz 3 ev arkadaşı 1 sene boyunca o ağacı başka bir yere kaldırmaktan o kadar aciz kalmışız ki, caanım ablacığım bunu hesaba katmamış haliyle. Eeee ne bu şimdiden yılbaşı ağacı sevdası kızım Christmas mı kutluyosunuz demenin hemen ardından tiz bir kahkahayı da patlatıverdi. Telefon konuşmasının son repliklerini siz yerine getirin lütfen; zor olmayacak biliyorum ... Ama hakikaten öyle özenti bir bünyedeyim ki şu Christmas olayında, adamlar her şeyi bu kadar mı ciddiye alır ya. İşbirlikçi bir hava durumu. Zaten o slow motion country müzikler ve her yerde çikolata kokuları var ya. Tamam film tamamlandı. Buz tutmuş sokaklar, her yer ışıl ışıl, sevgililerin ya da sevgili olmaya çalışanların buzda yürüyemeyip ansızın birbirleriyle yakınlaşma senfonileri. Kahkahalar... Kıskanıyorum lan. o kadar. Bizim fixtir, Murat Boz çıkar bir yerde, diğerinde Demet ablamız, Serdarcığımız falan derken bir bakmışsın sınırsız içki diye kakaladıkları ama 2.içkiden sonra bir şeyin gelmediği yoğunluğun bedeli 250 Lira' ları aşmış. - Derken yine bir pintilik. :) Sonra kızların ne giycem yaa dertleri, yılbaşı hediyeleri anlamını yitirmiş hiç bir esprisi, özelliği olmayan abuk şeyler. Offff dertliyiiiiimm laan. Neyse yani demem o ki, ben bu ülkenin her boku aynı renge çevirmesine hastayım ya. Dikkat edin şu anda inanılmaz bir yüksek atlama gösterisi yaptım. Sövmeyeceğim ama meraklanmayın. Eee siz neler yapıyorsunuz bu yılbaşında? Benim ne yazık ki hala bir planım yok. Olanı da bok ettim. Ama heyecanlıyım anladığınız gibi:) seviyorum şu yılbaşlarını fazlasıyla nedensizce. Işıl ışıl bir ağaç altında ufak ufak paketler, sıcak çikolata kokusu, şekerlemeler, o küçük çoraplar, yeşil kırmızı ve beyaz renklerinin her yeri süsleyişi, yılbaşı yemekleri, kızarmış kocaman hindimsi şeyler. Hepsinden bu yılbaşı paket yapıp bana gönderir misin noel baba? bir de kızıma ufak başlıklı bir kukuleta ve minik patiklerden. Belki 2 kilo Royal Canin :)) iyi haftalar ciciler.....

26 Kasım 2011 Cumartesi

Miskin ile Mistik harmanlaması.

Diğer bir deyişle ruhların delicesine tezatı. Şimdi sizlere müthiş bir hafta sonu tahlili yapacağım. eminim her biriniz böggh okumasaydık bari be diyeceksiniz. Ama ne yapayım, böyle bir ruh hali içerisindeyken yazmazsam kaçıncı boyutlarda olacağımı kestiremiyorum bile! ****** Cuma kafası güzel kafadır, heyecanlıdır, ecnebice de çok güzel bir deyim vardır hani ' Happy Friday ' diye.. Tüm bu güzelliklerin çok dışında kalarak bir elimde her 10 dakikada yenisini edindiğim selpak mendiller, diğer elimde içindeki sıvının mütemadiyen değiştiği bir kupa. *buraya bir not iliştirmek istiyorum-kupam özel bir kupadır. Özellikle ondan içme konusunda istikrarlıyım ki hastalığıma tez bir şifa etkisi yaratır diye.. Her neyse Tylolhot denilen lanet ilaç kupamın bir numaralı tamamlayıcısı. Bir taraftan su, diğer taraftan C vitamini takviyesi yapan bilumum içecekler... Takdir edersiniz ki tuvalet yollarını da bolcana arşınlıyorum. ******
Tüm bunların yanında Bal isimli güzeller güzeli bir kedim var. Henüz sizlere tanıştırmadım kendini buradan. Dilimden düşürmediğim için bilenler muhakkak vardır. Burnum delicesine akarken, tüy yumağı küçük kedimi öpmekten kendimi alamıyorum. Hapşırık sayımı her öpücüğümde 3e katlasa da, uzaktan popoyu yayıp memişleri açıp tahrik edici bakışlarını üstüme üstüme saldığı zaman kendime engel olmam imkansız bir hal alıyor. Cuma gibi güzel bir günde hızlı bir girişle başlayan gribim, Cumadan bir kademe daha güzel olan Cumartesi günümü gecemi de esir almış durumda. Dün gece resmen 10 buçukta yatağıma iliştim 5 sn geçmeden uyudum. Saat sabaha doğru 4te aniden üzerime atlayan şapşal kediciğim beni 5e kadar uyutmadı sağ olsun. 1 saat boyunca feryat figan boğuştuk. Kakasını kumuna yapsın da beni uyandırıp, selpak yetmiyormuş gibi bir de bezle haşır neşir etmesin diye resmen gözünün içine baka baka yalvardım. Kediciğimi de anlamak lazım, 3 kat kalın hale gelen ses tonumu duyup, aşina yüzüme bakınca ortaya çıkan kafa karışıklığında bırak kakayı doğru yere yapmayı, doğru yerde olup olmadığından bile emin olamadı. Bende ne yapayım, soğuk gecelerde özellikle de böyle hassas bir zamanda sarılıp yatacağım bir şeye sahip olduğum için sevinip, bir de bol bol kendimi koklattım ona. koku şaşmaz dercesine:)) ****** Bu arada Kıvanç Tatlıtuğ ile şu hasta günlerimde 3 gün geçirseydim sanırım delicesine sevme özelliğine sahip bir kız olacaktım. Lütfen iğrençliğime bir tebessüm atıp geçin :) Bir hafta sonuna çok fazla sorumluluk yükleyip tam da o hafta sonu yataktan kalkamayacak kadar hasta olmak ne kadar ironik bir durum aman yarabbi. İtalyanca çalışması askıda, boş zamanımda yapmak için kendime söz verdiğim el aynası boyaması ve süslemesi yine ertelendi, okul derslerim diye unuttuğum bir gerçeğin bir de proje ayağı var ki şu an itibariyle resmen sakat bir ayak ! Yaptığım şey hepi topu kitap/blog/twit/gazete okumak, yemek yiyip popo büyütmek, film izleyip en çok askıda bıraktığım şey olan aşk hayatıma uzaktan uzaktan içlenmek, e bir de kupamın her köşesine dudak izlerimi bırakıp hemen ardından üstümdeki 5 kilo ağırlığındaki yorgan*battaniye ikilisinden sıyrılıp tuvalete koşmak. ahh ahh. ******
Kedim o kadar miskin ki, şu son 2 gündür kendimi onun ikiz kardeşi gibi hissediyorum. Zaten her ne hikmetse hastalığımın başladığı günden beri pek bir sevecen. Kucağımdan inmemeler, miyav miyav ayaklarıma sokulmalar, ellerimi kemirmek yerine yalamalar... Halbuki 3 gün öncesine bir dönüş yapmak gerekirse ben onun asilzade bir kedi olduğunu ve burnu düşse tenezzül edip almayacağını düşünüyordum:) Sabahın köründe kalktık, son 10 senedir en erken kalkış saatimde uykumu almış bir şekilde. ve yapacak hiçbir şey yoktu. ( en azından ben öyle düşünüyordum :)) Çizgi film izleme özlemiyle şişkonun birinden kalan biskremleri de beraberimizde götürüp Bal'la salonumuza doğru ilerledik. Hemen bir hastane ortamı yarattık. Battaniye arkamdan sürüklenerek koltuk tepesine taşındı, yastıklar üst üste kondu, minik bir sehpa yanımda ve tabii ki üstünde kupam... Sonrası tam bir fiyasko. Televizyonda iğrenç kadın programları ve din saçmalıklarından başka bir bok olmadığını görünce yaşadığım büyük hayal kırıklığını tarif edemiciiim. Hakikaten şimdiki çocuklar sabahları ne izliyorlar? Ben küçükken evin en erken kalkan üyesiydim ve elime bir çikolata kaptığım gibi çizgi film karşısına geçerdim. Günün en güzel zamanlarıydı benim için. Neyse devir değişmiş anlaşılan ve benim böyle zamanlar için yeni yatak aktiviteleri bulmam gerekecek. Tam burada içimdeki şeytan dışarıya çıkmak üzere :)) Zaten hastayım yahuuu, neyse. Tam o sırada bir uykuya daldım. Mistik rüyalar gördüm. Öyle güzellerdi ki, kedim bile konuşuyordu. Balkabağı arabamız vardı, sanırım tüm çizgi filmlerden kısa bir harmanlama yaptım. Senaryo fena değildi hatta ne fenası be, güzeldi basbaya. Küçük kızımla miskinliğimize güzellik katan ip-fare-ponpon oyunlarımızın dışında güzel mistik rüyalarımız da var. ****** Herkese güzel haftasonları diliyorum. Çok gezmeyin bee, gezerseniz de paylaşım sitelerinde boy boy nispetlerinizi yapmayın allasen. Yoksa önümüzdeki haftalarda fena ödeşiriz. Gezen sürten herkescikleri yanacıklarından bol bol öpüp hastalığımı itina ile bulaştırıyorum. Mmmmuah.

13 Kasım 2011 Pazar

Tipik pazar.





Gerçek bir pazartesi sendromuna bir kala, içimi nasıl güzelleştire bilirim diye kara kara düşünürken yine bloğumun içinde buluverdim kendimi. Yarın vize haftamın ilk günü olduğunu ve buna dair hiç bir harekette bulunmadığımı düşününce, hiç iç açıcı bir hafta olamayacağı aşikar. Yahu benim haftalarım Cuma gününden başlardı. Şu vize denen illet şey bu düşünce dengemi de bir güzel bozuverdi. Sanırım dünyaya geldiğim günden beri beni geren bir sınav psikolojisindeymişim gibi hissediyorum. Artık bitse istediğim bu öğrencilik dönemimi sonralarda köpek gibi özleyeceğimi az çok bilsem de şimdi şımarık kızcılık oynayasım var. 
İstanbul'daki lanet havaya ne demeli onu hiç bilmiyorum? Hani tamam ben bir bok çalışmıyorum diyip de dışarı çıkıp kafa dağıtmak istedikçe insan, pencereden bir kol çıkışıyla anında o fikirden de buz gibi soğuyor. İşbirlik diye buna denir. Evde otur, popoyu büyüt ve içini sık. Bir bok yapmıyorum, oh ne hoş de.
Nasıl memnuniyetsiz bir hal, aman aman. Kimseciklere güzel hafta dileyesim gelmiyor. 
şaka şaka. Hepimize kafaları yerine getirtecek bir hafta diliyorum. mucuk

11 Kasım 2011 Cuma

Ben geldim, sen gittin.

Kış'a yaklaşıyorlardı. Hava soğuk, hava puslu.. Önlerinde uzayıp giden deniz dümdüz; hiç bir yaşam belirtisi vermese de, yan yana duran bu iki insanın arasındaki titreşim, cansız her şeye nefes verebilecek bir güce sahipti. Sanki deniz üzerindeki köprüde değiller de, denizin buz tutmuş suyunun tam da üzerinde, içlerindeki aleve tezat ayakları buz kütlesi gibi ağır, hareketsiz duruyorlardı. Konuşmak, bir şeyler söylemek öyle anlamsızdı ki; ne söyleseler az kalacaktı. Yetmeyecekti. Kızın ağzından çıkan her kelime, az ötesindeki erkeğe gidene kadar bin bir şekil değiştirecek ve yine bambaşka bir hal alacaktı. Erkek bir kez daha kırılacaktı. Güçsüzleştikçe çirkinleşecek, sevdiği şeyin ne olduğunu anlaması daha da güçleşecekti. Gerçekten bu kadar zoru muydu sevdiği şeyin ne olduğunu- kim olduğunu anlaması insanın? Bu şey perde gibi serilip, arkasındaki koca duyguları bile kapatabilecek kadar büyüyebilir miydi?... Burada öyle çok anıları vardı ki... Sadece beraber paylaştıkları şeyler değildi bunlar. Daha birbirlerinden habersizken, aynı yerde belki de aynı anda kahkahalar atmış, düşüncelere dalmış, hüzünlü yürüyüşler yapmış, yalnız hissetmişlerdi. Ama en çok anlam kazandığı an bu yerin, birbirlerinin avuçlarında kendilerini buldukları andı. Şimdi, tam burada... Konuşamadıkları şey her ne ise, avuçlarını birbirinden ayırmış, soğuktan hissizleştirmiş, daha önce ışıl ışıl olan etraftaki her şeyi puslu bir görünüşe çevirmişti. Her şeyin anlamsızlaştığı bu duyguyu bile beraber yaşıyor, ama asla birbirlerine destek olabilmeyi öğrenemiyorlardı. Ben geldim, sen gittin hikayesiydi bu.Bilmiyorlardı bu sahip oldukları şeyi belki bir daha bulamayacaklarını. Bilmiyorlardı güneşin geleceğini. Bilmiyorlardı bu durgun suyun ısındıkça hareketine kavuşacağını. Ve her şeyden çok, bilmiyorlardı vakitleri olmadığını. Bilmelilerdi, o buz kütlesi gibi duran suyun altında bile bir yaşam olduğunu. Soğuktan, gururdan, dermansızlıktan fark etmedikleri kalplerindeki aşk gibi...

31 Ekim 2011 Pazartesi

Boşluk burada. doldurayım dedim.

Güzel günler, bizi bekler. Eyvallah dersin, geçer gider.. Böyle şarkı sözleri insanın içine az da olsa umut katıyor sanırım. Son zamanlarda her şey öyle hızla gelişti ki, sanırım bazen o hızı sevemiyor; ayak uydurma isteği duyamıyorum. Duygu yoğunluğu had safhada olduğunda insan kendine nasıl zaman vermelidir? Bir bilen varsa lütfen bana bir şeyler mırıldanabilir mi? Ben o çok söylenen sözü hayatıma sokmayı bir türlü başaramadım. Kendim de bu cümleyi kullanarak akıl veririm bir de. Gel de sövme kendine. Sürekli kendinle baş başayken nasıl zaman verebilirsin kendine? Hele ki her bokta mantık arayan benim gibi kendi zoruna doğru dört nala koşan insanlar için pek mümkün bir durum olduğunu düşünmüyorum kendini boşta bulduğu her an köşeye sıkıştırmama durumunun. 4 gün sonra bayram için İzmir'e gidicem. Eminim İzmir havasıyla, sıcacık kucaklamasıyla, samimiyetiyle bana neyi nasıl yapmam gerektiğini fısıldayacak; İstanbul'a uğurlarken de kalbime bolca güç depolayacaktır. Onun öyle anaç yapısı vardır. Öyle güzel bir sahili vardır ki, vapurla karşıya geçerken, aklındaki tüm soruları bir bir gün yüzüne çıkartıp sana en kolay çözümü üretiverir. Bugün ben zamana biraz karşı koymak istiyorum. Aslında ona delice sövmek istiyorum. Çabuk geçiyorsun zırvaları yapmak değil amacım. Bazen hızla geçerken, yeni bir güne hiç bir tanıdık duygu bırakmıyor. Bir uyandırıyor ki, içinde tanımadığın, soğuk, siyah duygular.. Aşina oldukların gitmiş. Delice özleyesin ya da dengen yön değiştirme sınırlarını zorlasın diye anı denen o illet şeyi hafızanın en ön yerine koyuyor bir de. Bazen her şeyi unutmak istiyorum. Bazen, kendimi anlayamadığım her sefer hatta, o yeni gün hiç başlamasın istiyorum. Duygularımı anlayana, onlarla tanışana kadar uykumda kalayım. Sabah uyandığım an o karmaşayla kucaklaşmayayım... Aslında yaşanan her şey öyle değerli ki, benim en çok canımı yakan şey, zamanın onların değerini silme çabası. Çünkü bazen o ışık hızıyla geçen bir haftanın sonunda bile bir bakarsınız elinizde hiçbir şeyiniz kalmamış. Yanlış anlaşılmalar, kırgınlıklar ve kapalı dönüş yollarından başka.. Bir de konuşma dermansızlığından... Şimdi ben diliyorum ki, yeni gün zaman bizim yanımızda olsun. O zamanı kendime nasıl veririm bilmiyorum, hatta o bende olmak istiyor mu onu bile bilmiyorum ama duygularımla barışabileceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum. Tipik bir pazartesi sendormu değildi bu. Olmadığını düşününce, insan pazartesileri bile delice sevmek istiyor. iyi geceler.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Bir yerlerde başlıyordu.

* Aşk bazen serçe parmağın sıcacık dokunuşuyla başlıyordu.. Ürkekçe, tereddüt içinde ama sevgi dolu ilk dokunuşla. Bir taraftan kavrayamadığın diğer parmakların sıcaklığının merakı, diğer yandan birine bile dokunabilmenin verdiği heyecan..
* Aşk bazen bir tren istasyonunun yanı başındaki otelde başlıyordu... Gri gökyüzüne, mavi/yeşil denize, muhteşem bir manzaraya bakan bir otelin teras katında, kuşların şahitliğinde başlıyordu. Kaçamak bakışlarla başlıyordu önce, kahkahalarla devam ediyordu. Sımsıcak bir öpücükle alevleniyordu.
* Aşk bir yolculukta başlıyordu bazen... Sarıp sarmalandığın, üşüdükçe sokulduğun bir bedenle saatlerce yan yana oturmakla başlıyordu. Saatlerce yaşanılan her duyguya şahit olunarak başlıyordu. Bir karın ağrısını veya karın ağrısına yol açan şeyi paylaşmakla başlıyordu. Bir karın üzerinde birleşiyordu eller ve her ikisinin de canı yanıyordu...
* Aşk bir vedada başlıyordu... Günlerin dolu dolu hızla geçişinin ardından, sıra vedaya geldiğinde, gözlerden kontrolsüzce dökülen yaşlarda gizliydi aşk. Çaresiz bakışlarda saklıydı. Ne kadar sıkı olursa olsun asla yetmeyen bir sarılmaydı adı aşkın.
* Beklemek, özlemek ve umut etmekle başlıyordu aşk. Ve bazen yine aşk bekleyerek, özleyerek bitiyordu.Pekii, umut bitiyor muydu ?